30 Nisan 2010 Cuma

HAKKIMDA

ADI :ELİF
SOYADI :AKSU
DOĞUM TARİHİ :08.12.1991
DOĞUM YERİ :ORDU/AKKUŞ
YAŞADIĞI YER :RİZE/ARDEŞEN
ÖĞRENİM DURUMU :ÜNİV. ÖĞRENCİSİ
BÖLÜMÜ :BANKACILIK VE SİGORTACILIK

28 Nisan 2010 Çarşamba

PERİ BACALARINA AİT RESİMLER





PERİ BACALARI



Peribacası yağmur ve sel sularının toprağı süpürür biçimdeki aşındırmaları sonucu ortaya çıkan kule, piramit ve koni şeklindeki toprak yığınlarına verilen isim. Peribacaları; değişik zamanlarda meydana gelen volkanik püskürmeler sırasında geniş çukur ve boşluklarda biriken tüf ve millerin sel sularının aşındırması ile ortaya çıkar. Sürekli ve sağnak şeklindeki yağmurların düştüğü toprak; biriken suların hızını arttıracak şekilde dik olursa, meydana gelen sel suları son derece aşındırıcı güce sahip olur. Bu sular toprakları derin oyarak önce birbirlerine paralel toprak yivleri açarlar. Meydana gelen bu yivlerin arası suların devamlı aşındırmaları sonucu tepelerine doğru sivrilen toprak piramitler ortaya çıkar. Bu piramitler aşındırılması zor ve sert toprak yığınları olduğu için, seller artık bunları oyamaz ve aşındıramazlar. Oyulan piramit ve koni biçimindeki toprak yığınlarının üzerlerindeki taşlar külah gibi kalarak güzel bir görünüm verirler.

Peribacalarının yükseklikleri meydana geliş zamanlarına göre değişiklik arz ederler. Bunların boyları 1-2 metre ile 35 metre arasında değişmektedir. Kimi yerlerde peribacaları birbirleriyle paralel olarak sıralanırlar. Bunlara uzaktan bakıldığı zaman kat-kat bir şehirmiş gibi görünürler.

Peribacaları; geçmiş tarihlerde insanlar tarafından ev ve barınak olarak kullanılmıştır. Bazı peribacalarının iç kısımlarının bölümler halinde olması, resimlerin bulunması, hatta bazılarının yağlı boyayla boyalı olması bu görüşü doğrulamaktadır. Bugün ise buralar soğuk hava deposu olarak kullanılmaktadır.

Dünyanın birçok yerinde peribacaları mevcuttur. Avrupada Alp bölgesinde, Fransada Savoy eyaletinde, Kuzey Amerikada New Mexicoda, Asyada Türkiyede önemli peribacaları vardır. Memleketimizdeki, Ürgüp-Göreme ile Niğde-Aksaray''ın Selime köyü civarındaki Maçan Yaylasındaki peribacaları çok ilgi çekici bir özelliğe sahip oldukları için bölgeye çok sayıda turist gelmesini sağlar.

22 Nisan 2010 Perşembe

SULTAN AHMET CAMİİSİNE AİT RESİMLER












SULTAN AHMET CAMİİ


Sultan Ahmet Camii
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Git ve: kullan, ara
Başlığın diğer anlamları için, Sultanahmet sayfasına bakınız.
Sultan Ahmet Cami

Sultan Ahmet Cami
Temel bilgiler
Yer İstanbul, Türkiye

İnanç
İslam

Mimari
Mimar(lar)
Sedefkar Mehmet Ağa

Mimari tür Cami

Mimari biçim Osmanlı

İnşaat başlangıç yılı 1609
Tamamlanma yılı 1616
Özellikler
Uzunluk 45 metre
Sultan Ahmet Camii, 1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihi yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate sayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 260 pencereyle aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir.
Tarihçe [değiştir]


Sultan Ahmet Camii'nin 1895 yılındaki hali
Efsaneye göre dönemin padişahı I. Ahmet, başta minareleri altından yaptırmak istemiştir. Ama kaplamada kullanılacak olan altının değeri padişahın bütçesini fazlasıyla aşınca, caminin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa bu emri güya yanlış işiterek, "altın" sözcüğünden "altı" yaparak, camiyi 6 minareli inşa ettirmiştir.
Ancak efsaneler bir kenara, İstanbul'da meydana gelen her büyük olay, her büyük eser, İslam dünyasını yakından ilgilendiriyor ve başlıca konu ediliyordu. Sultan Ahmet Camii'nin yapılması da hayranlıklar, geniş yankılar uyandırmıştı. Fakat İmparatorluğun bazı eyaletlerinden de itirazlar gelmişti. İtiraz edenler, camiye altı minare yapılması kabe'ye saygısızlık olur diyorlardi. Çünkü o zamanlar altı minaresi olan tek mabed Mekke'de idi. Padişah bu meseleyi bütün İslam alemini memnun edecek bir şekilde halletti: Mekke'ye yedinci minareyi yaptirdi.
Minarelerle alakalı diğer bir husus da, şerefelerdir. Sultanahmet minarelerinin dördü üçer, ikisi de ikişer şerefelidir ve toplam 16 şerefe yapmaktadır ki bu da aynı zamanda Sultan Ahmet'in 16. padişah olduğuna işaret eder. Sultan 1. Ahmed 14. padişah olmasına rağmen aradaki fark Osmanlı Devleti'nin Fetret Devri'ndeki Yıldırım Beyazıt’ın iki oğlu Emir Süleyman ve Musa Çelebi’nin tahta geçmemesine karşın padişah sayılmasındandır.
Caminin içeriye açılan 3 kapısından herhangi birinden girildiğinde dış görünüşü tamamlayan boyama, çini ve vitray camlarının zengin ve renkli süslemeleri ile karşılaşılır. İç mekan büyük bir bütündür; ana ve yan kubbeler geniş sivri kemerlerin dayandığı 4 iri sütun üzerinde yükselir. Caminin içini 3 taraftan çevreleyen balkonların duvarları, yine iznik çinileri ile süslüdür. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise boya işidir. Avlunun batı girişinde ise, demirden ağır bir kordon bulunmaktadır. Bu kordon avluya atıyla giren padişahın kafasını çarpmaması için eğmesini gerektiriyordu. Bu, padişahın bile camiye girerken kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini göstermek amaçlı sembolik bir eylemdi.

Cami inşa edildiği dönemlerde uzunca bir süre cuma günleri Topkapı Sarayı'ndakilerin ibadetlerini gerçekleştirdiği mekan olmuştur.[1]

BULAK MAĞARASINA AİT RESİMLER













BULAK MAĞARASI


Dünya Tarih Mirası listesine giren Safranbolu'nun tarihi konaklarını, camilerini ve muhteşem doğal güzelliklerini bilmeyen kalmamıştır herhalde. Artık binlerce turistin ilgisini çekecek bir de mağarası oldu: Mencilis (Bulak) Mağarası.
Mağara Safranbolu'nun yeni gözağrısı. Karabük Valiliği mağara keşfedildikten sonra kolları sıvamış ve muhteşem doğa güzelliğini Safranbolu'ya kazandırmak için yoğun bir çalışma başlatmış. İşte bu haftasonu gezimiz oraya...

Mağaranın bulunduğu dik kayalıklardan önce, baharla birlikte muhteşem bir renk cümbüşünün hakim olduğu küçük, bir vadiye çıkıyorsunuz. Mağaraya ulaşmak içinse dimdik kayaların arasında uzanan merdivenleri tırmanmanız gerekiyor. Etrafı seyrederek, kuş seslerini dinleyerek yavaş yavaş çıkarsanız yorulmazsınız.

Mağaraya girdiğinizde sıcaktan bunalan teninizi ferahlatıcı bir serinlik kaplıyor. Yıllar önce keşfedilen mağara 6.5 kilometre uzunluğunda. Şimdilik 350 metrelik bölümü yürüyüş parkuru olarak düzenlenmiş. Aydınlatması yapılarak gezilecek hale getirilmiş. Mağara bilimcileri Bulak'ın Türkiye'deki en muhteşem dikit ve sarkıtlara sahip olduğunu söylüyor. Haklılar. Özenle ışıklandırılmış dikit ve sarkıtlar gerçekten göz kamaştırıcı. Böyle bir güzellik kaç bin yılda meydana geldi acaba, diye düşünüp kalıyor insan.

ŞİMDİLİK CUMARTESİ PAZAR

Keşfedildikten sonra dünya mağaracılık literatürüne girmiş mağaralardan biri Mencilis. Yeraltı nehirleri, göletleri, şelaleleri ve kalkerleriyle mağara araştırmacılarının ilgisini çekiyor. Üç katlı. Üst bölümlerin bir kısmı dar olduğu için şimdilik ziyarete açık değil.

Mencilis için Karabük Valiliği bugüne kadar 300 milyar lira harcamış. Başta vali Cemalettin Sevim ve Safranbolu Kaymakamı Celal Ulusoy olmak üzere tüm Safranbolu sevdalıları bu doğa harikasını Türkiye'ye ve dünyaya tanıtmak amacıyla yoğun bir çabanın içine girmişler.

Mencilis mağarasını iç ve dış turizme kazandırmak amacıyla yapılan çalışmaları uzmanlar koordine ediyor. Mağaranın kalan kısmının da gezilir hale getirilebilmesi için paraya ihtiyaç var.

Bağlar mevkiinden mağaraya giden yolu genişletme çalışmaları sürüyor. Bu arada, yol boyunca konaklama ve dinlenme tesisleri yapılacak. Mencilis Mağarası şimdilik cumartesi ve pazar günleri gezilebiliyor. Çalışmalar tamamlandığında resmi açılış yapılacak. Türkiye ve dünya kamuoyu Mencilis'le tanışacak.

Çarşıyla sınırlı kalmayın Bağlar'a doğru gidin

Safranbolu'yu gezmeye gidenler genellikle çarşı bölgesinde yoğunlaşıyorlar. Bunda da haklılar. Tarihi konakları, camileri, Yemeniciler Arastası, Cinci Hanı ve sayarak bitiremeyeceğimiz güzellikleriyle eski Safranbolu, gezenleri büyüleyen bir kent. Ancak, Safranbolu'ya on bir kilometre uzaklıktaki Yörük Köyü, İncekaya su kemeri, Sırçalı ve Tokatlı kanyonları, Çarşı dışındaki gezilebilecek diğer alternatifler.

Çarşı kadar güzel bir bölge de Bağlar mevkii. Kışı Çarşı'daki evlerinde geçiren Safranbolulular baharla birlikte Bağlar mevkiine çıkıyorlar. Sırtını dağlara yaslamış geniş bir ovada, meyve bahçeleriyle çevrili soylu konakların bulunduğu bir bölge. Çarşının yoğunluğuyla yüz yüze gelmek istemeyen, biraz daha huzurlu bir ortam arayanlar için Bağlar en doğru adres. Yeni yeni oluşmaya başlayan yerleşim birimlerinin yanı sıra eski konaklar tüm heybetiyle yükseliyor.

Raşitler Bağevi'ne uğrayın

Emekli olduktan sonra Safranbolu'ya yerleşen emekli albay Erhan Hangün'ün büyük uğraş vererek restore ettiği Raşitler Bağevi, Bağlar'da görülmeye değer yerlerden biri. Hangün, aslen Ordulu. Eşi Safranbolulu olan Hangün, daha önceleri ziyaret amacıyla gelip gittiği Safranbolu'ya yerleşmeye iki yıl önce karar vermiş. Sekiz yıl önce Raşitler Bağevi'ni satın almış. Tarihi konağın röleve ve restorasyon projesi dört yıl önce Safranbolu Meslek Yüksek Okulu tarafından yapılmış. Restorasyon için Kültür Bakanlığı'ndan kredi desteği almış. Uzun uğraşlardan sonra tarihi konak tüm güzelliğiyle ortaya çıkmış. Şimdi turizme hizmet ediyor.

Konak, Bulak mağarası yolu üzerinde. Tarihi su kemeri ve şehir merkezine iki kilometre mesafede. Bu mekanlara kaldığınız yerden aracınızla gidebileceğiniz gibi yürüyerek de çok rahatlıkla ulaşabilirsiniz.

Konak beş odalı. 12 yatak kapasiteli. Sabah kahvaltısında Safranbolu'ya özgü leziz bir su böreği, ıspanaklı Safranbolu pidesi, peynir ve reçel çeşitleri müşterilere sunuluyor. Arzu edenlere öğlen ve akşam için mahalli yemekler hazırlanıyor. Raşitler Konağı'nın bir özelliği de şu: Müşteriler ocakbaşına geçip kendi istekleri doğrultusunda ızgara yapıp, yemek pişirebiliyorlar.

Raşitler Bağevi’nin yanındaki tarihi değirmeni görmeden Safranbolu'dan ayrılırsanız çok şey kaybetmiş olursunuz. 220 yıllık bir geçmişi olan değirmen hálá çalışır vaziyette. Tarihi değirmende ziyaretçilere kafe hizmeti veriliyor.

NASIL GİDİLİR

Safranbolu Karabük'ün ilçesi. Aracınızla D-80 karayoluna çıktığınızda sizi kat etmeniz gereken 400 kilometrelik uzun bir yol bekliyor. Bolu Dağı'nı aştıktan sonra otobandan Gerede istikametine yöneleceksiniz. Gerede-Çerkeş sapağından Safranbolu-Karabük yönüne saptıktan sonra Karabük yolundasınız. Karabük'le Safranbolu arası sekiz kilometre.

MİLET ANTİK KENTİNE AİT RESİMLER











MİLET ANTİK KENTİ


Filozoflar kenti Milet
Milet kalıntıları arasında dolaşırken, bir zamanlar bu kentte yaşayıp, evrenin gizlerini çözmeye çalışmış filozofları hayâl etmeyi deneyebilirsiniz. Filozofların sözleri rüzgârla uçup gitmiş; evleri, içindeki eşyaları ve beraberindeki yaşamlar çoktan dağılıp yok olmuş... ve şehir, mermerden iskeletiyle çırılçıplak kalmış olsa da...
Eski Söke - Didim karayolu üzerinde, tarlaların arasından beliren tabelası ile kent, bir ovanın orta yerinde karşılıyor sizi.
Efsaneye göre, bir gün baş tanrı Zeus ile fakir bir Miletli, Milet agorasında bir konu üzerinde tartışırlar. İkisi de bir türlü geri adım atmayınca, tartışma uzayıp gider.
Sonunda canı sıkılan Zeus, tanrı olmanın ayrıcalığını kullanarak tartışmayı sonlandırır: "Bana bak, beni daha fazla kızdırma, şimdi bir şimşek çakar, seni cayır cayır yakarım!" Miletli köylü, korkmak bir yana, gayet sakin bir şekilde, "Koca Zeus, bu öfkenle haksız olduğunu nasıl da kanıtladın..." der. Hikâyenin sonunda Miletli köylünün akıbetini bilen yok; fakat kesin olan şu, Miletlilerin tanrıyla özdeş bir düşünce yapısına sahip olduğu... Bundan tam 2 bin 600 yil önce, akılcı düşüncenin ve felsefenin temellerinin bu şehirde atılmış oluşu da tesadüf değil...
Milet ismi mitolojik açıdan Apollon ile ilgilidir. Apollon ile Girit Krali Minos'un kızı Akakallis; Akakallis'in üç çocuğundan biri olan "Miletos"a, Minos'un kötülük yapmaması için onu dağa bırakır. Çocuğa kurtlar bakar.
Daha sonra çobanların büyüttüğü Miletos, Anadolu'ya gelerek Menderes nehrinin kızı"Kyane" ile evlenerek "Miletos" şehrini kurar.
Milet M.Ö. 7. ve 6. yy.da en parlak dönemini yaşamıştır. Milet'liler özellikle M.Ö. 6. yy.da deniz ticaretini ele geçirmelerinden sonra Akdeniz ve Karadeniz'de kurdukları koloniler sayesinde etkinliklerini çoğaltmış ve zenginleşmişlerdir. Giderek Milet, İyon dünyasının başkenti haline gelmiştir.
Aristoteles'e göre, felsefenin gelişmesi için iki ön koşulu var: Öncelikle, felsefe yapacak kişinin "tuzu kuru" olmalı. Yani o kişi, maddiyat kaygısına düşmeden kendini sadece düşünmeye verebilmeli. İkincisi, kisi gerçek bir merak duygusuna sahip olmalı ve en doğal görünen gerçekleri bile sorgulayabilmeli. İşte, Milet'te bu iki koşulun bir araya gelmesiyle, tarihin gerçek anlamdaki ilk filozofu kabul edilen Thales ve onun devamında, Anaksimenes ve Anaksimandros ortaya çıkmış. Babillilerden aldığı astronomi bilgisi ve Mısır'dan getirdiği söylenen geometri bilgisi dışında Thales'in asıl önemi, aklına takılan sorularda. "Neyin var olduğu" ve "neyin gerçek oldugu" gibi sorular sayesinde Thales, o güne dek doğadaki her olayı ayrı bir tanrının varlığına bağlayan mitolojinin ötesine geçerek; her şeyin nedenini, doganin kendisinde aramaya basliyor. Thales ve ögrencilerinin "Fizikçiler Okulu" diye anılmasi ve pozitif bilimin temellerini attiklarinin söylenmesi de bu yüzden.
Thales'e göre, evrenin asıl maddesi sudur; her şey sudan gelir ve suya döner. Dünya, "okeanos" denilen dev bir su kütlesi içinde yüzen, düz bir tepsidir onun zihninde. Anaksimandros ise, dünyanın sıcak ile soğuğun birleşmesinden doğduğunu savunur.
Ona göre, yasam "ıslak" bir ortamda başlamıştır, ilk canlılar ise balığa benzer yaratıklardır. Bu düşünceleriyle, binlerce yıl önce ilk evrim düşüncesini ortaya atan Anaksimandros; dünyayı, boşlukta asılı duran bir silindir olarak tasvir eder. Anaksimenes'e göre ise, ruhumuzun bizi ayakta tuttuğu gibi, hava da dünyayı ayakta tutmaktadır. Görüldüğü gibi, ilk felsefi denemelere daha çok hayal gücü hâkim. Ancak gözlem yeteneğinin çok sınrlı olduğu bir çağda, bu olağan bir durum. İlkçağda denizciliğiyle parlayan ve zamanla önemli bir ticaret kenti haline gelen Milet; Büyük Menderes'in kıyıyı doldurması sonucu, Ege sahillerindeki pek çok şehir gibi, bugün tarlaların içinden seyrediyor sizi. Büyük Tarihçi Herodot'un "çalışan nehir" olarak tanımladığı nehirlerden olan Büyük Menderes; taşıdığı malzemeyle, sahil şeridinin yılda ortalama 6 metre kadar denize doğru ilerlemesine neden olmuş. Böylece, klasik dönemde Latmos Körfezi'nin ağzında bir sahil kenti olan Milet, zamanla denizden 10 km içeride kalmış. Bir zamanlar kentin karşısında bulunan Lade Adası, bugün ovanın ortasında bir tepeye; Latmos Körfezi ise, Bafa Gölü'ne dönüşmüş.
Kazılar süresince bulunan Girit seramiklerine bakılarak, ilk yerleşimin İÖ 1600'lerde, Giritler tarafından, doğuya giden ticaret yolu üzerinde bir ara-liman olarak kuruldugu söyleniyor. Ancak Ionların gelişinden sonra, kent büyük bir denizcilik ve ticaret merkezi haline gelerek; Karadeniz, Marmara ve Çanakkale Boğazı kıyılarında 90'a yakın koloni kuruyor.
Milet'in ticari ve kültürel yönden yaşadığı altın çağ; İ.Ö. 494 yılındaki Lade Savaşı'nın ardından kentin Perslerin eline geçmesi ile son buluyor. Miletlilerin bozgunu, Yunan dünyasında öyle büyük bir trajedi olarak algılanıyor ki; Atinalı bir oyun yazarının Milet'in Düşüşü adlı dramı, sahnelendiği zaman bütün Atina ahalisini derin bir yasa boğuyor. Hatta, halkın ağlamaktan perişan olduğunu gören yönetim, yazarı yüklü bir para cezasına çarptırıyor.

Milet'i çevredeki diğer antik kentlerden ayıran bir başka özellik, Afrodisyas'ta olduğu gibi; çok büyük bir alana yayılmış olması. Priene'deki tiyatro nasıl en iyi Helenistik örneği temsil ediyorsa; Milet Tiyatrosu da, Yunan - Roma (Greko-Romen, Greco- Roman) tipinin en güzel örneklerinden biri. Helenistik dönemde 5 bin 300 kişilik olan tiyatronun kapasitesi, Roma döneminde 19 bin kişiye çıkarılmış. Bugün tiyatronun üçüncü katı yerinde, Bizans ve Osmanlılar zamanında kullanılmış bir kalenin kalıntıları yükseliyor; sahnenin ayakta kalan parçaları ve katlar arasındaki galeriler, tiyatro atmosferini büyük ölçüde canlı tutuyor. Bu galerilerin içinden geçen basamakları takip edip; Tiyatronun arkasından devam ettiğinizde; liman yerine ulaşıyorsunuz. Kentin 4 büyük limanından geriye kalan tek örnek bu. Triton adı verilen, yarı insan yarı balık şeklinde bir varlığın tasvir edildiği kabartmalı bir anıt, limanı işaretliyor.

Güney agora, onun batısında yer alan buğday ambarı, 100 metre uzunluğundaki tören yolunun kapısı, senato binası işlevini gören bouleuterion, 19 dükkanlı iyonik düzendeki stoa, üç katlı olduğu bilinen ve nymphaion adı verilen kent çeşmesi, Apollon'a adanmış bir açık hava tapınağı olan Delphinios Kutsal Alanı ve kuzey agora, kent merkezini doğrular nitelikte iç içe sıralanmış.
Ören yerinde ilk anda fark edilen yapılardan biri de, Faustina Hamamları. Anadolu'daki en büyük Roma hamamlarından biri olan bu yapıyı, Roma İmparatoru Marcus Aurelius, eşi Faustina için yaptırmış.
Soguk - sıcak - ılık kısımlar, soyunma odaları ve havuzun rahatlıkla gözlemlenebildiği yerde; havuz kenarında boylu boyunca uzanmış bir nehir tanrısı (Maiandrios) heykeliyle bir de aslan figürünün kopyası duruyor. Bir zamanlar, aslan heykelinin ağzından ve tanrı heykelinin kaidesinden gelen suyla havuz doldurulurmuş. Heykellerin orijinalleri ise, Milet Müzesi'nde.
"Plinus"un bildirdiğine göre Milet Kenti yaklaşık olarak 90 koloni kurmustur. Bunların arasında "Sinop", "Trabzon", "Giresun" gibi şehirler vardır. Milet "LADE DENIZ SAVAŞINA" 80 gemi ile katılmış, tüm donanmasını yitirmiş ve kazanan Persler, M.Ö. 494'de kenti ve beraberinde Apollon Mabedini yakıp yıkmışlardır.
Klasik dönemde önemi büyük ölçüde azalmış olmasina rağmen Milet, Hellenistik dönemin ticaret, sanat ve bilim alanıinda başta gelen merkezlerinden biri olmuştur. Roma döneminde bağımsız bir kent olarak "Asia Eyaleti"nin, yani Batı Anadolu'nun belli başlı metropollerinden biri sayılmıştır. "Latmos Körfezi"nin M.S. 3. yy'da dolması üzerine, körfez çevresindeki "Priene", "Myus" ve "Herakleia" gibi kıyı kentleriyle birlikte Milet de sönükleşmiş ve küçülmeye başlamıştır. Bizans çağında küçük bir köye dönüşmüştür.
M.S. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Türkler Ege kıyılarına geldiler. O dönemde Bizans Milet'i kendi sınırları içine almış ise de Karia'daki Menteşoğulları Beylerinden Orhan, Milet'de kendi adına sikke bastırarak şehrin adını Platia (bugünkü BALAT) diye yazdırmıştır. Balat'da 1369 yılına kadar bağımsız bir "Metropolit" vardı. Bu yıldan sonra Metropolit "Afrodisias"a taşınmıştır.

Bölgenin eski yerleşim birimlerinden birisi olan Balat
1955 yılında yaşanan bir deprem felaketi sonrasında, kurulu bulunduğu Milet antik kentinin içinden alınarak, harabelere iki kilometre mesafede yeniden kurulmuş; geçmişinde Türkler'in ve Rumlar'ın bir arada yaşadığı, önemli bir ticari potansiyele sahip, pek çok uygarlığı içinde barındırmış, tarımsal faaliyetlerin yapıldığı şirin bir köyümüzdür.

Balat 13. Yüzyılda bu bölgeye hakim olan Menteşe Oğulları Beyliği'nin başkentiydi. Osmanlı Padisahi II. Murat Menteşoğulları Beyliğine son verince Platia Osmanlı idaresine geçmiştir. Şehir, Menderes Nehri'nin denizi doldurmasi sonucu coğrafi ve ticari önemini yitirmis, bugün itibari ile küçük bir köy halini almistir.
Tarihi kaynaklarda Balatın Menteşeoğulları beyliğinin en önemli kenti olduğu; ticari anlamda bir liman kenti olduğu yazar. Hatta öyleki Osmanlı döneminde Venediklilerin burada bir Konsolosluk açma, bir de kilise kurma girişimlerinin kayıtlarına da rastlanılır. Konsolosluk bile açılmak istenen önemli bir ticari merkez olan Balat o zamanlar bugünkü tiyatronun çevresinde konumlanıyordu.
Milet gezinizde sadece Antik Yunan - Roma deyip geçiştirmeden Menteşe oğulları beyliğinin bu önemli kentinden kalanları da ziyaret edin, Müze görevlilerinden İlyas Bey Külliyesinin avlusunu gezebilmek için anahtar temin edebilirsiniz.
MenteşeOğulları Beylerinden İlyas Bey tarafından 1404 yılında yaptırılan camii 18X18 kare Planlıdır.
Caminin dış kısmında yer alan küçük mezarlıktan ilerleyip; caminin avlusuna girdiğinizde cami girişinin her iki yanında bulunan tuz taşı da denilen bir cins mermere işlenmiş geometrik süslemelerin ardında geniş bir iç mekan sizi karşılıyor. Yer tabanı tuğlalarla örülmüş, köşelerde kubbeyi destekleyen ve Türklerin mimariye getirdiği önemli bir unsur sayılan Türk üçgenlerini görebilirsiniz. Bu geometrik olarak üst üste binmiş üçgenlerin asıl amacı bir süslemeden ziyade; kubbenin ağırlığını duvarlara eşit olarak dağıtmak. Dışarıdan bakıldığında küçük bir cami gibi görünen ilyas bey camii içine girilince sizi Türk-İslam sanatının geniş mekan anlayışı, muntazam havalandırması ve müthiş akustiğiyle karşılıyor.
Minareye çıkış içerden merdivenlerle sağlanıyor. Minare zaman içinde yıkılmış ve çıkmak tehlikeli olabilir. Külliyede başka hamam kompleksi, medrese, kütüphane ve öğrenci odaları bulunmaktaymış...
Restorasyon çalışmaları profesyonel bir ekip tarafından yapılan İlyas Bey Külliyesinin son durumunu bu yıllarda gezebilirsiniz.
2000 sene önce Mileti gezerken:
Aşağıdaki haritada 2000 sene önce bir liman kenti olan Miletin yerleşim planı görülüyor. Bugün ovanın ortasında kalan Milet'e gelince tiyatronun önünden arabanızla geçip bilet gişesinin ardındaki park yerine park edebilirsiniz.
Örenyeri giriş biletinizi alıp Mileti gezmeye başlamadan önce buradaki restoranlardan suyunuzu, şapkanızı satın alabilirsiniz.
Giriş tiyatroyla başlıyor. Tiyatronun girişinden sola tünelin sonundaki basamaklar bizi tiyatro limanına götürüyor.
Buradan tiyatronun ikinci katına tırmanıyoruz. Mermer merdivenlerden ikinci kata çıktıktan hemen sonra denizi de görebiliyorsunuz.
Sola tünellerin devamına yürüyünce Balatlıların "kale" dedikleri, Pers istilasından sonra buradan vergileri toplamakla görevlendirilen Pers derebeyi Tissafernes'in kendisi için inşaa ettirdiği ve daha sonra Osmanlı döneminde de kullanılan burcun arkasından Hereon, Delphinium liman anıtını en kuzeyde görecek şekilde tüm Milet şehrine hakim bir tepeciğe ulaşılıyor. Tepecikten aşağılara yürüyünce Agora, Agoranın yanıbaşında dükkanları yola bakan ve Roma İmparatoru Kladiyüs döneminde yaptırılan Stoa görülebilir. Kış aylarında Stoa'nın baktığı Agora tamamen yağmur sularıyla örtülüdür. Yaz aylarında bu sular çekilir ve agoranın taş kaplı meydanını kahverengi bir halı gibi örter, rahatça gezilebilir. Dikenler ayaklarınızı üzmesin istiyorsanız burunları kapalı ayakkabılar, sandaletler giymekte fayda var bu takım yerlerde.
Agoralar günlük pazaryeri işlevinin yanısıra mitinglerde halkın toplandığı söylev yerleri olarak da kullanıldılar. Bu agoranın güney batısında meclis binası ve tahıl ambarı yer alıyor. bitişiğinden Serapis tapınağına geçince bazilika tarzında inşaa edilen bu yapının alınlık kısmında kırılmış olmasına rağmen bir baş kabartması -büyük olasılıkla Serapis'e ait- dikkat çeker. Başın çevresinde güneş ışınlarını andıran şekiller vardır ve ilk bakışta Amerikadaki özgürlük heykelini andırır.
Buradan çıkıp devam edince Faustina Hamamlarına varılır. Serapis tarafından girilince appoditerium yani soyunma odalarının bulunduğu kısma giriş veren kemerli yapı ilginç mimarisiyle fotoğraflıktır.
ılık orta-ılık ve sauna bölümlerini takip eden koridorun sonunda havuzlu bölüm yer alır. Havuzun tabanı mermer ve basamaklı olup kuzeyinde nehir tanrısı Maindros sol dirseğinin üzerine yaslanmış ve elinde bir kova tutmaktadır. Antik kentlerde Maindros heykelinin ellerinde tuttukları bu kovaların dikliği nehrin debisi hakkında fikir verir.
Havuzun doğu kıyısındaki aslan heykellerinin memerden yapılmış orijinalleri tıpkı yine aynı yerdeki Maindros heykeli gibi Milet müzesinde korumaya alınmıştır. Buradaki beyaz çimentodan kopyaları neredeyse birebirdir.
Hamamın bitişiğinde paleastra denilen eskiden güreş tutulan, jimnastik yapılan bir alan ve bunun devamında dükkanlar ve jimnasyum yer alır.
Buradan devam edince güneyde İlyas Bey Külliyesi yer alır.
Yine İlyas Bey Külliyesinden yürüyerek Müzeye giden asfalta; oradan da aracınızın bulunduğu park yerine geçebilirsiniz.
Önümüzdeki yıllarda açılması beklenen Milet Müzesi görmeye değer. Şimdilik Müzenin karşısındaki filozoflar parkında mola verilebilir.
Milet antik kenti 2000 sene önce
A ve B noktaları kısa bir tur atarken izlenebilecek başlangıç ve bitişi gösteriyor. A'dan B'ye kadar çizilen koyu lacivert çizgi bu turun rotası... haritada görünmeyen 16 numara iki 15'in bittiği yerde birleşen lacivert çizgide

1. Liman kapısının her iki yanında yer alan aslan heykelleri 2. Helenistik Tiyatro
3. Hereon anıtsal mezar yapısı 4. Küçük Pazaryeri
5. Kuzey Agora 6. Delphinion, yunuslu anıt
7. Kapito Hamamları 8. Jimnazyum
9. Bouleterion: meclis binası 10. Güney Agora
11. Serapis Tapınağı 12. Stadyum
13. Batı Agora 14. Athena Tapınağı
15. Şehir Surları 16. İlyas Bey Külliyesi, Türk hamamları
Tips:
Rahat ayakkabı, sırt çantası, fotoğraf makinesi, su, güneş kremi, şapka, nakit para (yol boyunca Söke ve Didim merkez dışında bankamatik yok) . Özel yada kiralık araçla geliyorsanız petrol istayonlarının biri Akköy - Akyeniköy yolunda (Akköy'e en yakın ) diğeri Priene antik kentiyle Güllübahçe kasabası arasında mevcut. Yanınızda Harita ve DidimGuide bulundurun.
Menderes Deltası aynı zamanda bir millipark.
çeşitli mevsimlerde göçmen kuşlar ve nesli tükenen çeşitleri gözlemleme fırsatınız olabilir.
Ulaşım Milete nasıl gidilir ?
Bodrum'dan gelenler için Akbük kavşağından sonra ikinci kavşak, Yeniköy Dalyanı. Buradan her her 10 dk da bir Didim Seyahat midibüsleri geçer.
Akköy'de inin. Akköyden yürüyebilir yada Balat Birlik minibüslerine binebilirsiniz.
Balat Birlik Minibüsleri Balat - Didim seferi yapıyor.

Akköyden Balat minibüslerinin sefer saatleri genelde pek belli olmuyor. Bazan yolcu sayısına göre hareket ettikleri oluyor. Akköy'e geldiğinizden Balat Birlik şöförlerine telefon açıp sizi Akköy'den alıp alamayacaklarını sorabilirsiniz.
Milet Birlik taşımacılar kooperatifi minibüsçülerinden Mehmet Foçalılar cep tel: 0537 419 45 10
Söke'den direkt Güllübahçe Belediyesi araçlarıyla Prien'i gezebilir, ardından anayola çıkıp Balat Birlik minibuslerine binebileceğiniz gibi, Tekrar Söke'ye (her 15 dakikada bir) gidebilirsiniz. Prien için tam gün ayırdıysanız, Sabahın erken saatleri yada akşam saatlerini tercih edin. Yaz sıcağında Athena Tapınağına tatlı bir tırmanış yapacağınız için yanınıza su, şapka gibi malzemeleri mutlaka alın.
Erkenciyseniz Eski Güllübahçeyi sorun. Eski Güllübahçe yada eski adıyla Gelebeç kasabasındaki Aziz Nikolaos (Nam-ı diğer Noel Baba) Kilisesi görmeye değer.
Didim'den Milet'e Priene gitmek isteyenler Akköy'de herkesin kullandığı sağ taraftaki Söke yolunu değil; düz giden yolu kullanırlar. Bu yol yaklaşık yirmi metre sonra Sarı bir tabelayla Milet'e, sola döner. Her iki yol da sonunda Sökeye gider. Milet yolundan gidenler 7 kilometre daha uzun ve Bodrum Milas yoluna göre biraz daha dar bir yol seçerler.

SÜMELA MANASTIRI

Tarihçe


Başlangıç kilisesinin MS 375-395 tarihleri arasında
Karadeniz (Bulgarca: Черно море Çerno more; Rumence: Marea Neagră; Rusça: Чёрное море Çyornoye more; Ukraynaca: Чорне море Çorne more), güneydoğu Avrupa ile Anadolu yarımadası arasında yeralan kuzeyinde Ukrayna, kuzeydoğusunda Rusya, doğuda Abhazya ve Gürcistan; güneyde Türkiye
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Anadolu'da sıkça rastlanılan hatta Trabzon'da
Anadolu kelimesi Yunanca güneşin doğduğu yer anlamına gelen “Anatoli”dan doğmuştur. Romalılar, kendi topraklarına göre doğuda kaldığından buraya doğu toprağı anlamında Thema Anadolia demişlerdir. Anadolu isminin bir bölge adı olması ise Selçukluların Anadoluya gelmesiyle başladı.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Maşatlık mevkiinde benzer örnekleri bulunan bir mağara kilisesi daha olduğu sanılmaktadır. İlk kilisenin kuruluşu ile mamastır formuna dönüşümünü içeren bin yıllık ara dönem henüz aydınlanamamış olup yerel efsanelerin konusudur.
Maşatlık Müslüman olmayan kişilerin öldükten sonra gömüldükleri mezarlıklara verilen isim. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettikten sonra, İslam dini inancının dışındaki yabancılara kendi din ve inançlarına göre ibadet etmelerini serbest bıraktı. İzinle yaşadıkları şehirlerde ölen Yahudi, Hıristiyan ve diğer yabancılara ayrı bir mezarlık kurma ruhsatı da verildi. Bunun neticesinde mevcut gayri müslim mezarlıkları “maşatlıkları” meydana geldi. Daha sonraki yıllarda İstanbul'da ve d
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atinalı Barnabas ile Sophroinos adlı iki keşiş rüyalarında, H z. İsa'nın öğrencilerinden Evangelist St. Lukas'ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryemin bebek İsa'yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olan Sümela'nın yerini birbirinden habersiz ayrı ayrı yerlerde gördükten sonra deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki freslerde sıkça yeralıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Alexios'un (1349-1390)manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır. 14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastırın statüsünde Osmanlı fethinden sonra bir değişiklik olmamıştır. Yavuz Sultan Selim'in (1512-1520) Trabzon'da ki şehzadeliği sırasında iki büyük şamdan buraya hediye ettiği,
Yavuz Sultan Selim Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu, İslam halifelerinin yetmiş dördüncüsü. Sultan İkinci Bayezid'in oğlu olup, annesi Dulkadirli ailesinden Aişe Hatundur. 1470 yılında Amasya'da doğdu. Şehzadeliğinde, devrin alimlerinden mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Arap, Fars dilleriyle yüksek din ve fen ilimlerini öğrendi. Askeri sevk ve idare ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için, şehzadeliğinde Trabzon Valiliğine gönderildi.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Fatih Sultan Mehmed, 2. Beyazıd, 1. Selim, 2. Selim, 3. Murad, İbrahim, 4. Mehmed, 2. Süleyman ve 3. Ahmed'in de manastırla ilgili birer fermanları bulunmaktadır. Osmanlı döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar, Trabzon ve Gümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve Kuzey Gümüşhane'de
GümüşhaneDoğu Karadeniz bölgesinde yer alan il. Bir bölümü Doğu Anadolu’da yer alır. 38°49’ ve 40°45’ doğu boylamları ile 39°50’ ve 40°51’ kuzey enlemleri arasında yer alan Gümüşhâne, doğuda Bayburt, kuzeyde Trabzon, kuzeybatı ve batıda Giresun, güneyde ise Erzincan illeri ile çevrilidir. Osmanlı devrinde ve daha önceleri asırlarca gümüş yataklarından gümüş çıkarılmıştı.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Hristiyan ve
Îsâ aleyhisselâma gönderilen hak din Îsevîliğin bozulmuş hâline verilen ad. Aslı bozulmuş semâvî dinlerdendir. Semâvî din, değeri üstün ve yüce olan, ilâhî bir kaynağa dayanan ve tek Allah'a inanmayı kabul eden "hak din" demektir. Hıristiyanlığın aslı, ilâhî vahye dayanır. Bizzat Allahü teâlâ tarafından hazret-i Îsâ'ya gönderilmiştir.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Gizli Hristiyan köyleri ile çevrili bir alan yaratmıştır. 18 Nisan
18 Nisan Gregorian Takvimine göre yılın 108. günüdür. Sonraki sene için 257 gün var (Artık yıllarda 258)
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
1916'dan 24 Şubat 1918'e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir
1916 yılı olayları, ölümler, doğumlar ve diğer önemli gelişmeler
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargahı olmuş,

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
mübadele ile bölgedeki Hristiyanların
• Mübadele (ekonomi) - Değişme, değiş tokuş anlamındaki Arapça kökenli Osmanlıca sözcük.
• Ayrıca bakınız Nüfus Mübadelesi.

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C.
Yunanistan Cumhuriyeti Balkan Yarımadasının güneyinde, kuzeyden Arnavutluk, Makedonya ve Bulgaristan, Doğudan Türkiye, güneydoğudan Ege Denizi, güneyden Akdeniz ve batıdan Adriyatik Denizi ile çevrili ülke. Başkenti Atina olan ülkenin nüfusu 10.665.989 kişidir. Resmi dili Yunanca, dini Hıristiyanlık (İslamiyet, Batı Trakya) ve para birimi Euro'dur.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terkedilmiştir..
Kültür Bakanlığı milli kültürümüzü araştırmak, değerlendirmek ve yaşatmak gayesiyle kurulmuş bakanlık. Kültür Bakanlığı 13 Temmuz 1971 tarihinde kurularak kültür hizmetlerini Milli Eğitim Bakanlığından devralmıştır. 1971’den 25 Kasım 1981 tarihine kadar Kültür Bakanlığı olarak görev yapan bakanlık, bu tarihte kaldırıldı. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı ile birleştirilerek, Kültür ve Turizm Bakanlığı oldu. 1987’de kurulan Özal hükümetinde Kültür ve Turizm Bakanlığı birbirlerinden ayrılarak “Kü
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Özhan Öztürk. Age. s. 1043
Freskler

• Asıl kilisenin apsid kısmında, güney duvarında yukarıda Meryem'in doğuşu ve mabede sunuluşu, tebliğ, Hz. İsanın doğuşu, mabete sunuluşu ve hayatı, altta
Türk folklorist, yazar (doğum 1968, İstanbul - )
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
İncilden resimler.
• Güney kapısında

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Hz.Meryem'in ölümü ve havariler.
• Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılışı,
bkz. Genesis (grup)

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Allah'ın tembihi, İsyan (
Allah müslümanlar tarafından Tanrıya verilen isim, Arapça'dır. Allah müslümanların yanısıra Hırıstiyanlar ve Yahudiler tarafından ve katolik Maltalılar tarafından da kullanılır.
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Adem ile Havvanın yasak meyveyi yemeleri) Cennetten kovulma. 3. sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü.
• Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail,
• Mikâil - İslam ve diğer semavi dinlerdeki dört büyük melekten biri.

...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Cebrail bulunmaktadır
Cebrail Peygamberlere vahy getirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melek. Dört büyük melekten birisi ve en üstünü.

Cebrâil aleyhisselâmın ismi Kur’ân-ı kerîmde geçmekte olup, ayrıca Cibrîl, Rûh-ul-Emîn ve Rûh-ul-Kuds diye de zikredilmektedir. Cebrâil kelimesi lügatta "Allahü teâlânın kulu" mânâsındadır. Cebrâil’e ayrıca Nâmûs-ı Ekber de denilmiştir. Cebrâil aleyhisselâmın vazîfesi peygamberlere vahy getirmektir. Cebrâil aley
...Tümünü okumak için linke tıklayınız.
Şamil Horuluoğlu. (1978), Tarihi Eserleri ile Trabzon. Cihan Matbaası. Ankara
Ek Bilgi
Maçka’nın 17 km. güneyinde Altındere köyü’nde, Meryemana (Panagia) deresinin batı yanında, Mela Dağı’nın deniz seviyesinden 1,150 m. yükseklikteki kayaları oyarak ve doğal mağaralardanda faydalanılarak yapılmış manastırın adı “Sümela”, Rumca karanlık, siyah anlamına gelen “melas” kelimesinden gelmektedir.

Karadenizli hristiyan Rum’lar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonundan bir şey diledikleri zaman "stou mela" derlermiş, bu zamanla Sumela'ya dönüşmüş. Bu da ikona neden Panagia Soumela denildiğini açıklamaktadır. Bu yüzden manastıra “Karadağın (Mela dağının) bakiresi”de denilmektedir. Atinalı Barnabas ile Sophroinos adlı iki keşiş rüyalarında, Hz. İsa’nın öğrencilerinden Evangelist St. Lukas’ın yaptığı üç Panagia ikonundan , Meryemin İsayı kollarında tuttuğu ikon Evangelist St. Luke'un yaptığı üç Panagia (Meryemana) ikonundan , Meryemin bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olan Sümela'nın yerini birbirinden habersiz ayrı ayrı yerlerde görmüşler, deniz yoluyla Trabzon'a gelmişler ve gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmışlardır (Bunlardan biriside Kıbrıstaki Kykko manastırındadır). Bundan sonra rüyalarında gördükleri bu yeri aramışlar ve en sonunda Maçka Altındere vadi’sinde, Karadağın 300 m. yüksekliğindeki sarp yamacında buldukları mağarada karar kılmışlardır. Mela dağının sarp kayalığında, bu küçük mağaranın, yüzyıllar boyunca, kayaların sabırla oyularak büyütülmesi ile bugün gördüğümüz kartal yuvasına benzeyen manastır ortaya çıkmıştır. Yapımına ne zaman başlandığı kesin olark belli olmamakla beraber M.S. 375-395 yılları arasında, Anadoludaki sayısız örneği gibi Kapadokya stili inşa edildiği sanılmaktadır. Kilisenin kuruluşundan itibaren yaklaşık 1.000 yıllık tarihi karanlıktır. Manstırı ancak Trabzon İmpartorluğu döneminden sonra incelemek mümkündür. Trabzon İmparatoru, Büyük Komnenoslarından 3. Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu olduğunu fresklerde ön plana çıkartılmasından anlıyoruz. 3. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirerek, 17 m. yüksekliğinde, 40 m. uzunluğunda, 14m genişliğinde 72 odalı bir tesis yaptırmıştır. İmparator 3. Alexios 1361 yılında bir güneş tutulmasını burada karşılamıştır. Horuluoğlu’nun “Bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla ilişkili kabul edilmektedir” yorumuna katılmıyorum. Aynı güneş simgesi Pontus İmparatoru “Mithridates” in bin yıl önceki sikkelerinde de görülmekte olup “Mithra” Işık tanrısına ait eski bir kültün izidir.

1365 tarihli vakfiyesi ilede manastırın bütün idaresini arazisini, gelirlerini düzene koymuştur. Sümela 14.yüzyıldan sonra stratejik bir öneme haiz olmuştur. Herhangi bir düşman saldırısında burası ileri karakolu vazifesini görmüştür.

Etrafındaki kiliselerle daimi temas halinde olmuş, meşalelerle Trabzon'u saldırılardan haberdar etmişti. Ve Trabzon Krallarının iktidarlarında rol oynamıştır. 3. Alexios'un oğlu 3. Manuel (1390-1417) tahta çıktığı yıl, saray hazinesinde bulunan bir stavroteği (içinde İsa'nın çarmığının bulunduğu bir parçası bulunduğu iddia edilen değerli haç) Sümela'ya hediye etmiştir.

Trabzon'u Türkler aldıktan sonra, Osmanlı Sultanları bu manastır ve manastırın haklarına dokunmamışlardır. Hatta Yavuz 1. Selim (1512-1520) Trabzonda ki şehzadeliği zamanında iki büyük mumu buraya hediye etmiştir. Ayrıca Sultan Mehmed'in bir fermanı, 2.Beyazıd, 1.Selim, 2.Selim, 3.Murad, İbrahim, 4.Mehmed, 2.Süleyman ve 3. Ahmed'in fermanlarıda bulunmaktadır. Sümela bilhassa18. yüzyılda Voyvodaların himayesğinde gelişmiş ve bir çok kısımları yeniden tamir ettirilmiş, İgnastios adında bir papaz 1749 duvarlarının bütün satıhlarını yeniden fresko ile süsletmiştir. Trabzon'un 18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918 e kadar süren Rus işgali sırasında, Pontos Krallığının yeniden ihyası için el altından yapılan teşkilatlanma da burası üs olarak kullanılmaktadır. Bu dönemde Rus araştırmacı Upjenski manastırda inceleme yapmıştır.

1910 yıllarında 100 civarında keşişi barındıran manastırda ülkedeki politik şartlar değişince 1922 yılında papazlar kutsal ikonu bazı kıymetli eşyalar ile birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistana gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931 yılında Kalatvryta'daki Megalo Spileoda Panagia kiliseside katılanların çoğunun Pontoslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılıyormuş. Tören bittikten sonra, Anadoludayken Ordu piskoposu olan, o anda ise Xanti (Gümülcine) piskoposu Polycarpos Psomiades , Venizelos'a St.Luke (Lukas) ikonunu Karadeniz’de nasıl ve nereye gömdüklerinin hikayesini anlatmış.

Bir süre sonra Türkiye başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 yılında Atinaya Balkan Oyunları için gelince, Venizelos ona bir Rum papazı karadenize gönderip gömülü ikonu çıkarmak için iznin istemiştir. Venizelos piskopos Chrysantos ve yanında bir papazı görevlendirir. Hrisantos, Ambrossios adlı papazı seçer. Ambrossios Makedonyaya gider ve ikonu gömem papazı (İremias) bulur. Ambrossios ile 22 kasım 1921 de resmi görevle yola çıkarlar. İstanbulda,Türkçe bilen Alexander Vasiliou'yu bulurlar ve onun kılavuzluğunda bir gemiyle Trabzoona giderler. Trabzonda polis ve asker eşliğinde Agia Barbara şapeline gidip, gömülü ikon ve diğer eşyaları bulup onları Atinadaki Bizans müzesine teslim ederler.
Ağustos 1951 yılında Veria'daki “Kastania”da yeni bir Panagia Sumela inşa edilir. Bir yıl sonra (Ağustos 1952) yılında ise ikon Atinadaki Bizans müzesinden alınıp manastıra getirilir. Sümela'nın mucize ikonundan başka Trabzon İmparatoru Emmanuel Komnenos'un kutsal haçı ve Oisios Christoforos'un el yazmalarıda (M.S. 644) manastıra getirilir.

Sümela manastırına Ormanın içinden normal bir yürüyüşle yarım saatte ulaşılabilinir. Seksensekiz basamaklı bir merdiveni geçerek girilen manastırın girişinde sağ taraffta "Sümela kitaplığı" yazılı kütüphanesi bulunmaktadır. Ayazma (agiasma) ise girişin sol tarafında kutsal ve içilebilecek temizlikte su olup 100 metre yükseklikteki kayalıktan damlamaktadır. Evvelce çatısı ahşap olduğu anlaşılan bu bina, binlerce kitabı muhafaza etmekteydi. Burada ceylan derisi üzerine yazılmış çok güzel ve değerli incil ile yine ceylan derisi üzerine yazılmış 17 kitap mevcuttu. Bu kitaplar cilt ve yazarlarıyla belliydiler. Ayrıca İstanbulun fethine kadar Bizans İmparatorluğunun ve Pontos İmparatoru David ile Osmanlı padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar bulunmaktaydılar. 18.yüzyıldaki bir yangın sonucu çoğu kitap ve değerli vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaz edilmiş, bir kısmı kaybolmuştur.

Aşağıda tam kayanın sol tarafında mutfak ve tabii çeşme bulunmaktadır. Bu çeşme kısmı bugün harap olmuş ve kullanılmamaktadır. Mutfak kısmının üzeri tonozlarla örtülüdür. Yapının kemer bağları taştan olup, yapı iki taraftan aydınlatılmaktadır. Şu anda görülmesi mümkün olan fresklerin bir çoğu 1710 ve 1740 tamiratından bugüne kadar gelebilmiş olanlardır.

Asıl kilise fresklerle kaplanmıştır. İçeride mağaranın güney bölümünde kayaya oyulmuş duvar hücresi bulunmaktadır.Dışarıda 18. yüzyıldan kalma bir zamanların kapellası olan bir kilise vardır. Kiliseye yakın doğu cephesinde giriş yolu, manastırın çan kulesi ile desteklenmiştir. Çan kulesinin hemen yanında günah çıkarma yeri bulunmaktadır. İçindeki freskler halen sağlam gözükmektedir. Yukarı kısımlarda ise, keşiş odaları ve küçük kiliseler mevcuttu. Asıl kilisenin kapısında 1741 Haldiye’li (Kuzey Gümüşhane) Mişobu (Papazbaşı) emriyle tamir ettirilmiştir yazılıdır.

Manastır iç ve dış duvarlarında bulunan freskler, toprak boyası ve eski taş yosunu gibi ilkel boyalardır. Ana kilisenin güney duvarındaki belirli belirsiz tasvirleri, Komnenosları Fallmerayer ve Kyriakides tanımlamıştır (soldan sağa): 3.Manuel (1390-1417), babası 3. Aleksios (1349-90), ve 3.Aleksios’un oğlu 4. Andronikos. Bu freskler 1376-1390 tarihleri arasında yapılmış olmalılar. 1970’li yıllarda kilisenin kuzey duvarındaki fresklerin altından çıkan fresklerin çok daha eski döneme ait olduğu ortaya çıkmış. Bu eski fresklerde kullanılan renkler yeşil, pembe, açık maviymiş. D.Winfield 1970’lerde anakilisenin dışında kuzey duvarında üstüste yapılmış 3 tabaka freskten en alt tabakayı incelemiş ve Trabzon Ayasofya’da çalışan ressamlardan biri tarafından yapıldığını kaydetmiş. Eğer bu teori gerçekse manastırın 1260’larda ve 3. Aleksios’tan önce inşa edildiğini kabul etmek gerekecek. Özkan Tüfek (Sümela, Meryemana,İstanbul 1978, 38-39) manastırın dört şapelinden 1893’den beri kayıp olan şapeli 100 m. kuzeyde bulur ve fotoğraflarını çeker. Şapeldeki fresklerin 12.yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu bulgu da manastır ve fresklerin yapım tarihi konusunda kafaları iyice karıştırmıştır.

Horuluoğlu 1978’ de kilisedeki diğer freskleri şöyle tanımlamıştır: “Asıl kilisenin apsid kısmında, güney duvarında ; yukarıda: Meryem'in doğuşu ve Mabete sunuluşu, tebliğ, Hz. İsanın doğuşu, mabete sunuluşu ve hayatı ;altta: İncilden resimler. Güney kapısında Hz.Meryem'in ölümü ve havariler. Kilisenin doğuya bakan yukarı kısmında 2. sırada :Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın yaratılşışı, Allah'ın tembihi, İsyan ( Adem ile Havvanın yasak meyvyi yemeleri) Cennetten kovulma. 3.sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir melek, Nikaia konsülü. Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail bulunmaktadır”
Alman tarihçi ve gezgin Jacop Philipp Fallmerayer (1790-1861) 1831-34, 40-42, 47-48, yılları arasında Ortadoğu ve Anadolu’yu karış karış gezmiş, Trabzon izlenimleri, karanlık bir dönemin aydınlanmasında yardımcı olmuştur. Yazarın 1840 yılında gerçekleştirdiği Sümela manastırı gezisi sonrasında “tüm dünyada, Kolhis’in Mela dağındaki bu manastır kadar güzel dini yapı yoktur” diyecek kadar yapıdan etkilendiğini görüyoruz. Bunun yanısıra Batı dünyasının Ortodoks hristiyanlara ve doğululara ilişkin oryantalist ve küçümseyici bakış açısı yazarın her satır arasında kendini göstermektedir. Havari Lukas’a ait olduğu ileri sürülen ikona ve Komnenosların fermanının yukarıda bahsi geçen hikayesine ilişkin ilginç detayları da Fallmerayer’in anıları sayesinde öğreniyoruz.
“...Başrahip bizi sıcak karşıladı, bize yol gösterici olarak davrandı ve manastırın kudsiyetini anlattı. Bu mukaddes despotların ikametgahları sade ve huzurluydu. Binanın yüksek katları onlara ait olup hizmetçilerin adaları odunluk misali küçük hücrelerdi. Hassa ve münzevi insanlar için manastır bulunmaz bir sığınak gibiydi. Binanın yapımı hiç de düzenli bir şekilde olmayıp birbirinden alçak, gelişigüzel bi biçimde yapılmıştı. Su ihtiyacı; tavandan bir kuyuya damlayan bir gözden sağlanırdı. Sonraları Trabzon’lu bir zengin tarafından yaptırılan su yolu vasıtasıyla manastır gümüş gibi temiz bir suya kavuştu.
Mabedin yabani ve tuzlu duvarları 1360’lı yıllarda güzel fresklerle süslenmişti. 3.Aleksi ve oğlu 3.Manuel ve kadınlar manastırı Theoskepastos’da gömülü olan evlilik dışı Andronikos, bu manastırı restore edip süsleyen, kitabelerle dontan kişilerdi. Bu freskleri incelerken yanımda olna papazın sabrı tükendi ki bana daha iyi izahat vermeye başladı. Bu freskler ve incil tasvirlerinin havari Lukas’In elinden çıkmış olduğunu söyledi. Papazın bu izahatı canımı sıktı. Gerçekte ise incil tasvirleri, Kapadokya kiliselerinde de mevcut olan yavan bir Bizans sanatçısının eserleriydi.

Papaz, Meryem ana ikonasının getirilmesini söyledi. Harikalar yaratan bu ikonayı getirdiler. Bir tahta parçası üzerine Grek zevkine göre bir Bizans’lı tarafından yapılan bu resim, Lukas’ın sanat yeteneğinden şüphe etmeye yeterliydi. Papazların düşüncesine göre bu ikona, Lukas’ın elinden çıkma bir ikonaydı. Gümüş bir çerçeve ile çevrilmiş ikona, Sümela’nın hazinesi olarak kabul edilirdi. Bunun kredisiyle papzlar geçinir ve manastırın çevresinde de bir kutsal koruyucu olarak algılanırdı. Bu ikonanın kutsallığı, Anadolu’Nun içlerine kadar yaygın olup, fakirliği, ihtiyarlığı bir yana iterek, Müslüman ve hristiyanlar birlikte bütün Kolkid çevresi olduğu gibi Kapadokya, Paflagonya ve Ermenistan’dan hacılar akın kın buraya gelip hediyeler ve kurbanlar sunarlardı. Sabahın erken saatlerinde akrabalarıyla birlikte, Bayburt gibi uzak bir yerden gelen Müslüman kadınları da gördüm.

Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzeliği yanında efsanevi kuruluş ve eski kaderi hakkında inanılmaz masallar üretilmiştir. Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kudsiyeti dolayısıyla, papazlarınbeslenmeleri için bir gelir kaynağı halini almıştı. Bununla yetinmeyen bu papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini Rusya, Tuna boyları ve Anadolu’nun içlerine kadar genişletmişler, ellerine aldıkları sahte ikonalarla akçeler elde etmişlerdir. Trabzon’da bulunduğum zamanlarda, böyle bir dilenci papazı Kayseri’De öldürüp 40.000 guruşunu almışlar, yapılan araştırmalar sonucunda paranın bir kısmını geri alabilmişlerdi.

Bu ikonadan biraz farklı olarak, İsa’Nın çarmıha gerildiği odunun bir parçası olarak kabul edilen ve 3. Manuel tarafından Trabzon hazinesinden Sümela’ya hediye edilen gümüş kaplamalı bir de haç vardı. Her ayın ilk Pazartesi günü bu haç ile takdis edilen su, uygun bir fiyatla inançlılara dağıtılırdı.
Manastırın genel durumunu gözden geçirdikten sonra baş keşiş ile beraberonun dairesine çıktık. Biraz sonra oraya manastırın idarecilerinden iki kişi ellerinde Aleksios’Un fermanı ile geldiler. İşte uğuna bunca masraf ettiğim ve çok uzaklardan gelldiğim; siyah, kırmızı ve mavi yazılar ile doldurulmuş paçavra. Bu cinsten gördüğüm ilk vesika idi. Ve keşişler, bu tomarı açtığım, imparatorun ve karısı Theodora’nın harika, göz kamaştırıcı renklerdeki taçlı ve kırmızı elbiseli portrelerini gördüğüm, tezniyat içine girift biçimde yazılmış metni okumaya çalıştığım zamangösterdiği aceleciliği anlayamadılar. Ferman ipek kağıttan olup bir ayaktan daha geniş ve on sekiz yirmi ayak uzunluğundaydı. Bu muhteşem tasvirlerin altında sallanması gereken altın mühürler, hangi zamanda bilinmez, kaybolmuşlardı. Satırlar arasında geniş aralıklar bırakılmış ve kelimeler üstündeki çizgiler bilhassa uzun ve bariz şekilde gösterilmişti. Buna rağmen okumak o kadar zordu ki, fermanın cümle teşkil tarzınınve satırlarının kopya edilmesi için beş altı gün çalışmak gerekiyordu. Çok şükür ki fermenın yanında, Doğunun dört patriği ve diğer yüksek rütbeli din adamları tarafından imzalanarak onaylanmış, işlek ve okunaklı bir yazıyla yazılmış bir kopyası vardı. Ancak keşişler bunun içeriğine üstünkörü bir göz atmama bile izin vermediler ve hele onaylı nüshayı, asıl fermanl akarşılaştırmak istediğim zaman sabırları büsbütün taştı ve böyle eski kağıt parçalarına aşırı derecede değer veren biz Frenklerin garip hevesleri konusunda kendi aralarında ilginç konuşmalar geçti. Ben manastırın idarecisine fermanı geri verdim ve gayet sakin bir eda ile ve Türkçe olarak: “Karabaş; sen ne söylersin. Senin aklın dairesinden çıkmış. Frenk memleketlerinde bu şey hem para, hem ikram verir, şeref kazandırır” dedim. Başkeşişin yüzü hafifçe kızardı ve toplantımız bugünlük bitti...
Başkeşiş, öğleden sonra beni kütüphaneye götürecekti. İlk merakım tatmin olmuş, fakat henüz bir şey elde edememiştim. Bu ara, keşişlerin öğle uykusundan sonra baş keşişin dairesine, yani oturup yattığı yere gittik...Kapı açılınca, canı sıkılarak odanın ortasında duran tahta bir sandığın üzerine oturdu ve yerde dağınık vaziyette bulunan kitapları birer birer kenara koymamızı seyretti. Bunlar arasında bulduğumuz birkaç el yazma bizim için önemsiz parçalardı ve bizim özellikle aradığımız Komnenoslar devrine ait tarihi vesiklardan eser yoktu. Bu arada çoğu doğu Avrupa baskısı iki yüz kadar kitap ve risale saydık.

Keşişlerin ifadelerine göre; Komnenoslar tarafından verilmiş başka fermanlar ile beraber, yetmiş sene evveline kadar manastırın arşiv dairesinde muhafaza ettikleri bu ferman, son yangından kurtarılabilen son fermandır. Bunun üzerine benzer felaketlerden korumak için fermanı, diğer kıymetli eşya ile demir bir sandık içinde muhafaza etmeye başlamışlardı...”